Çarşamba, Mayıs 24, 2006

ÖLENLERİN FELSEFESİ [*]

ÖLENLERİN FELSEFESİ [*]

İsmail Hakkı Baltacıoğlu

Bu yaz Ankara’da bulunuyordum. Maarif Kongresi başlamak üzere idi. Kongre için Anadolu’nun muhtelif yerlerinden gelen öğretmenler Belediye Bahçesi’nin kameriyesinde birer fikir ve münakaşa kümesi gibi toplanıyorlardı. Bu genç öğretmenlerin bir kısmıyla görüştüm. Maarif ıslahatı etrafında hayli münakaşalar yaptık. Mülakatlarımızın birinde ben şu fikri ileri sürmüştüm:

-Maarif hususunda her türlü ilmi ve felsefi tefekkürlerimizin, ıslahat ve icraat tasavvurlarımızın tatbik edileceği saha şudur: Anadolu’nun bir kıyısında kırk elli evli, evleri ottan ve çamurdan yapılmış, bacaları tezek tüten, sıtmalı bir köyde, yine çamurdan yapılmış bir mekteple bu mektebin tek odasında on beş yirmi çocuk karşısında çalışan, malumatı az, vasıtaları hemen hemen hiç, fakir bir köy hocası. Islah edeceğiniz şey, bu mekteple bu hocadır. Bu mektep ne kadar topraktan ve ottan olursa olsun, bir mekteptir; bu hoca ne kadar cahil olursa olsun; yine bir hocadır. Evet bu köy, ne kadar iptidai olursa olsun, yine bir köydür, bütün bunlar yaşıyorlar ve yaşatıyorlar. Bunu, bu çıplak hakikati görüyor musunuz? Terakki, teali, her ne derseniz deyiniz, değiştireceğiniz şey budur. Bizim için bu hakikati görmek, bunu tutmak ve bunu yükseltmek lazımdır. İhtimal ki siz, parlak fikirli gençler, bu köyün, bu halkın hakikatini beğenmez de ihmal edersiniz. İhtimal ki siz ideal bir mürebbi, bedii bir mektep tahayyül edersiniz. Fakat bu tahayyüllerinizden elinize ne geçer? Unutmayınız ki, hakikatin kökleri topraktadır, başı ise semaya dokunan hayalinizdedir. Zihin uçar, yükselir, fakat neye yarar, köy, yahut hayat dediğimiz bu kara yükü, bu toprak yığınını sürüklemedikten sonra? Hülasa, bugün, talim ve terbiye ıslahatımızın mebdei şudur: Kırk elli evli, evleri çamurdan, bacaları tezek tüten, sıtmalı bir köyün aciz mektebini bir derece daha yükseltmek, maarif davasını bu mektebin dar pencerelerinden biraz daha içeri sokabilmektir. Bedii köy için düşündüklerinizi dinledim, lakin bu “hakikat köyü” için ne düşünüyorsunuz? Ve ne yapıyorsunuz?

Hayalperest gençler köy mektebi hakkındaki bu açık sözlerimden müteessir oldular, itirazda bulundular, dediler ki:

-Peki efendim. Her şey hayattan, hakikatten çıksın, hayattan, hakikatten hareket edelim ama, o zamana kadar düşmanlarımız bizi beklerler mi? Milli ve mahalli bir maarif vücuda getirinceye kadar ya büsbütün mahvolursak?

Bu genç mürebbilerin ne demek istedikleri pek iyi anlaşılıyordu. Bu sözleri söylerken, bütün Şark’ın belki de yüz elli, dört yüz milyon Müslüman’ın siyasi mukadderatı bahse mevzu oluyordu. Çünkü o günlerde Eskişehir cephesindeki Türk Ordusu’nun akıbeti henüz malum değildi. Gençlerin endişesi harp ve zafer endişesiydi. Ya ordu dağılırsa? O zaman yaşamak adına hiçbir mesele, hiçbir muhakeme kalmıyordu. Yapılan okullar, okutulan dersler, yetiştirilen çocuklar, her şey her şey, bitmiş, bütün bir tarih sönmüş olacaktı. Bu gençler hep böyle düşünerek hizmetlerinin muvaffakiyetini harbin zaferine bağlıyorlardı. İşte her gün vazifelerini yaparken gazete sütunlarına bakıyorlar, korktukları binaya siyaset zemininde sağlam bir temel arıyorlardı. Bütün muallimlik hayatımda böyle düşünen, vukuatı günü gününe hesap eden kısa görüşlü gençlerin telaşına, yeisine şahit olmuştum. Bunlar Bosna-Hersek ve Şarki Rumeli ilhaklarında, Garp Trablusu ve Balkan seferlerinde; mütareke esnasında yeni baştan manen birer kere daha ölmüşlerdi. Benim bu itirazlarına verdiğim cevap sadece şu idi:

-Fakat siz zannediyor musunuz ki ruh fanidir, bir vücut gibi ölür, bir nefes gibi tükenir, çekilen zahmet yok olur, edilen iyilik unutulur, bir insanın hayatından ve cehtinden yalnız bir torba kemik ve bir dikili taş kalır? Siz zannediyor musunuz ki emeklerinizin, azimlerinizin mahsulünü toplamadan ölürseniz her şey boşa gider? Hayır, bu zannınız yanlıştır; bu hesap belki taş ve demirden bina kuran bir mimarın hesabıdır, fakat ruhu işleyen bir mürebbinin değil. Çünkü ruh ölmez, ruh bakidir. Mezarında kandil yanan evliyalara bakınız! Bunlar ömürlerini saffet ve teslimiyetle geçirmiş, hayatlarında yalnız iyilik etmiş olan ruh kahramanlarıdır. Toprağın altında etleri ve kemikleri çürüyen bu adamların ruhu hala canlı değil midir? Niçin onları severiz ve onlara saygı beslemeyi öğretiriz? Hayatları hayatlarımıza, ruhları ruhlarımıza birer hayır ve fazilet heyecanı, birer duygu ve ideal hamlesi gibi karıştığından değil mi? Niçin onlardan yardım diler ve onların ruhaniyetine dayanırız? İyi ruhları ruhlarımıza destek olduğundan, hatıraları irademize kuvvet verdiğinden değil mi? Bu evliyaların kerametini bozulmayan cesetleriyle ispata yeltenen gafiller! Adlarının, saygılarının bekası daha büyük bir keramet değil midir? Yazık evliyaya kandil yakanları ayıplayan itikatsızlara! Halkın bu fiili ne bir cehalet, ne de bir israftır, sadece vicdanın vicdana bir ikramıdır. Onun için cephelerde ölen her adı meçhul neferin ruhu, köyünün okulunda çalışan her fedakar hocanın ruhu, ömrünü iyilik ve güzelliğe vakfetmiş olan her evliyanın ruhu gibi bir ruh, onlarınki gibi bakidir. Her iyi, her güzel iş, kahramanın ruhunu sonsuzluğa atan bir oktur. İyiliğe, güzelliğe verilen her ömür, işte bakidir. Çünkü, gider bu ömür, milletin ölmez ruhuna katılır sonsuzluk sırrına ulaşır. Sizin hayrınız, sizin fedakarlığınız ne harbin cephesi, ne de cephenin muvaffakiyetleriyle doğrudan doğruya ilgili değildir. Siz doğru, iyi ve fedakar olmak için ne galiplerin ordusuna katılmak ve ne de mağlupların yeisine uğramak zorunda değilsiniz. Her zaman iyiliği isteyiniz, ve iyiliği yapınız, ölümle tehdit edilseniz dahi onu dilemekten ve yapmaktan vazgeçmeyiniz! Ancak bu suretle ölümden kurtulabilirsiniz. Manen yaşamak ve yaşatmak için önce maddeten ölmeyi bilmelisiniz. Ve biliniz ki dünyada en güzel ölüm, iyilik yolunda olanıdır. Çünkü insanı sonsuzluğa kavuşturan, insanı sonsuzluğa kadar yaşatan, yalnız hayırdır. Bilir misiniz, bugün en büyük kahramanlar kimlerdir? Anadolu’da; Şark ve Garp cephelerinde ölen, ruhları milletin ruhuna kavuşan, adları yalnız tarihin hafızasına yazılan, mezarında taş, kabristanında selvi bulunmayan meçhul insanlardır. Biz ki bu milletin iyilik yolunda, vazife uğrunda ölmeyi bilmeyen münevverleriyiz, hiç olmazsa ölenlerin felsefesini anlayalım.



17 Teşrin-i Evvel 1921


[*]Kalbin Gözü, Yazan Ismayıl Hakkı Baltacıoğlu, II. Basım İstanbul 1942, Kültür Basımevi, Basan Ve Yayan Yeni Adam, s. 42-6.

Hiç yorum yok: