Perşembe, Kasım 08, 2007

Avrupa'nın İki Yüzü...


AVRUPA’NIN İKİ YÜZÜ
Mustafa Günay

Avrupa’ya tarihsel bir yaklaşımla yönelmediğimizde, onu anlama ve değerlendirme konusunda şaşkınlıklara ve yanılgılara düşmek de kaçınılmazdır. Bu nedenle güncel politik akıntıların köpükleri ve sisleri arasında Avrupa gerçeğini gözden kaçırmamak tarihsel bir sorumluluktur.
Avrupa denildiğinde, onun yalnızca belli bir yönü ya da belli bir boyutu düşünülmekte (bunlar da görünüşte Avrupa’nın güzel-iyi denilebilecek yönleridir) ama diğer yönleri ve özellikleri göz ardı edilmektedir. Elbette Avrupa, kendisini onun gözleriyle/gözlükleriyle görmemizi istemekte ve Avrupa-merkezciliğin belirlenimlerinden çıkamayanlar da bu tuzağa kolayca düşebilmektedirler.

Birkaç kavrama dayanarak Avrupa’nın ne olup ne olmadığını anlamaya çalışmak yerinde olur. Avrupa denildiğinde, aydınlanma, demokrasi ve insan hakları, birlik ve bütünlük gibi kavramlar örgüsüyle karşılaşmakta ve Avrupa’yı bu kavramlarla özdeşleştirme yanılgısına düşmekteyiz. Avrupa gerçekten bu kavramlar ve bunların ifade ettiği değerlerden mi oluşmaktadır?
Avrupa, yalnızca aydınlanma demek değildir. Avrupa’nın karanlık bir yüzü ve dönemleri de olmuştur. Felsefe ve bilim ışığında Hristiyanlığın karanlığını dağıtan Avrupa, laiklik ve dünyevileşme sürecinde sosyal-kültürel değişimler geçirmiş olsa da, dinin egemenliği ve etkisi yaşama ve düşünme biçiminde sürmektedir. Dikkat edilirse, Avrupa’nın sınırları Hristiyanlığın renginde çizilmek istenmektedir. Görünüşteki çok-kültürlülük söylemlerine karşın, dinsel ayrım çizgileri ve karşıtlıklar her geçen gün belirginleşmekte ve derinleştirilmektedir. Aklı başında ve aydınlanmacı bir akılla konuşanların sesi ise kısılmakta, yeterince duyulmamaktadır. Avrupa’yı aydınlanma ile bir tutmak doğru olmadığı gibi, akılla, akılsallıkla özdeşleştirmek de doğru değildir. Aklın her insanda, her toplumda ve kültürde farklı biçimlerde kendini göstermesi söz konusudur. Elbette Doğuda da Batıda da aklı inancın buyruğuna ve güdümüne verme girişimleri her zaman olmaktadır. Ancak aklı ve akılcılığı yalnızca Avrupa kültürüne ait bir unsur olarak görmemek gerekir.

Avrupa, yalnızca demokrasi ve insan hakları da değildir. Bir yüzüyle demokrat ve insancıl görünen Avrupa’nın diğer yüzü hiç de böyle değildir. Sömürgecilik, faşizm, Yahudi soykırımı ve daha nice Batılı olmayan insan topluluklarının barbarca yok edilişi Avrupa’nın kanlı elleriyle gerçekleştirilmedi mi? Avrupa, bir kültür olarak diğer kültürler arasında bir kültür tipidir. Ama kendini bütün kültürlerin en üstünü, en yükseği olarak görmesi gerçeklerle bağdaşmaz. Avrupa’nın bir yüzü kültürdür, uygarlıktır. İnsanlık tarihinde Avrupa kültürünün başarıları, ürünleri yadsınamaz, yok sayılamaz. Bu anlamda Avrupa kültürünün başarıları-kazanımları artık bütün insanlığa ait sayılabilir. Ancak Avrupa’nın öteki yüzü barbarlıktır. Bugün uygar yüzünün saklayamayacağı barbarlıklar, yeryüzünü kan ve ateşe boğmakta, geleceğe yönelik kaygı ve acıları büyütmektedir.

Avrupa, birlik ve bütünlük de değildir. Geçtiğimiz yüzyıllarda kendi içinde yaptığı savaş ve çatışmalardan kurtulmak ve dünya üzerindeki egemenliğini sürdürebilmek için, bir birliği ve bütünleşmeyi gerçekleştirmeye uğraşan Avrupa’nın diğer yüzü parçalanma ve dağınıklıktır. Söz konusu birliğe tüm Avrupa ülkeleri katılmadığı gibi, katılmış olanların da bu birliğe bağlılıklarının sürüp sürmeyeceği belirsizdir. Avrupa kendini inşa sürecindedir. Ancak bu kültürel-siyasi-ekonomik yapının tasarlandığı şekliyle gerçekleştirilmesi çok zor görünmektedir. Avrupa kendi ütopyasını kurmaya çalışırken, bizi kurulacak bu yapının içinde görmek istememektedir. Bunun pek çok işareti ve açıklaması ortadadır. Ancak tüm olumsuz göstergelere ve işaretlere karşı, Avrupa’yı, gideceğimiz tek rota, tek liman olarak görenler, Avrupa’ya bütünsel bakamayanlar ya da Avrupa’lı akılla düşünüp konuşanlardır.

Avrupa derken, hangi Avrupa’dan söz ettiğimizi bilmek durumundayız. Hangi çağdaki Avrupa, hangi yüzü Avrupa’nın? Yoksa tek başına Avrupa kavramı bir kurgudur, bir tasarıdır. Tarihsel bir kültür olarak Avrupa, bugün kendi çıkmazlarına çözüm üretmeye çabalarken, bize düşen kendi kültürel olanaklarımız doğrultusunda kendi gerçekliğimizi değerlendirmek ve yeniden yapılandırmak değil midir? Elbette bu yapının oluşturulmasında Avrupa kültürünün taşlarına (unsurlarına) yer verebiliriz. Ama biz Avrupa’lı değiliz, olmamalıyız. Asyalı ya da Doğulu olmayı da önermiyorum. Önerim, kendi tarihsel-kültürel gerçekliğimizi herhangi bir başka kültürü model alarak çarpıtmamak, kendi kültür yaratıcılığımızı gerçekleştirebilmektir. Anadolu toprakları böyle bir kültür yaratıcılığında gereksinim duyduğumuz imkanlara fazlasıyla sahip değil midir?

Not: Aratos dergisinin Mayıs-Haziran 2007 sayısında yayınlanmıştır.

Hiç yorum yok: